NEFEHÂT




Çalıştığımız taşeron şirket tarafından, büyük bir söyleşiye ev sahipliği yapacak olan belediyenin konferans salonunu temizlemek için gönderilmiştik. On kişiydik. Arkadaşlarım söyleşinin bitiş saatine kadar kahvehaneye gitmeyi teklif ettiler. Birisi, pişpirik oynarız, dedi. Diğeri, okeye dönmek varken ne piştisi oğlum, diye itiraz etti. Öteki, en iyisi batak, dedi. Ben bu oyunların hiçbirini bilmiyorum, dedim. Arkadaşlar gülüştüler, dalga geçtiler. Beni olduğum yerde bırakıp kahvehaneye doğru yürüdüler.

Duvardaki afişte, dindeki hurafelerin anlatılacağı yazıyordu. Madem bir hoca gelmiş belki ben de istifade ederim düşüncesiyle salonun arka koltuklarından birine oturdum. Konferans salonu lebalep doluydu. Dinleyicilerin çoğu pırıl pırıl gençlerdi. Keyfim yerine gelmişti. Söyleşiyi yapan zatın cemâlini merak ettim. Karşımda takım elbiseli, kravatlı, başında takke dahi olmayan, sinekkaydı tıraş olmuş yüzü spotlar altında ışıldayan bir adam vardı. Belki böyle yüzlerce hoca görmüştüm ama her defasında şaşırıyordum. Alışamıyor, kabullenemiyordum. Hoca denilince muhayyilemde doğrudan dedem beliriyordu. Uzun sakalıyla, sarığıyla, sarığının kuyruğunu arkadan cübbesinin üzerine bırakışıyla beni kendisine hayran bırakan dedem… Elbette hocalık, dervişlik bir hırka ile taç değildi ama ben şekilciydim. Kimsenin kınamasından korkmadan da şekilci kalacaktım.

Kafamın içinde bunlarla cedelleşirken, hoca konuşmasını sürdürüyordu. Sesi gür, hitabeti güçlüydü.

Kendisini dinleyen her insanı ikna edeceğinden emin yüz hatları vardı. Âteşîn konuşmasında, “Dinimizi hurafelerden kurtarmalıyız. Bunun yolu da menkıbelerden kurtulmaktan geçer, dedi ve ekledi: “Allah aşkına Horasan’ın Köpekleri adlı menkıbede geçen, ‘Bulursak infak ederiz, bulamazsak şükrederiz.’ sözü günümüz modern dünyasına ve insanına ne söyler? Sanayi devriminden sonra bu kıssaların hepsi ütopik bir hâl almıştır. Bu menkıbeler paranız olduğunda bize verin, paranızı alıp sizi aç bıraktığımızda da şükredin demeye çalışan tarikatların bir afyonudur. Temel ihtiyaçlarınızı karşılamadan kimseye paranızı kaptırmayın, fakirliği asla kabullenmeyin.” Kükrer gibi konuşan bu hoca haddini aşmış, benim de öfkemi zıplatmıştı. Belki de aydın geçinenlerin ortak karakteristiği buydu: tasavvufu tarihselleştirmek, belirli bir zaman dilimine hapsetmek, zinhar bugün yaşanamayacağına insanları inandırmak. Elimi kaldırıp itiraz edecektim ki, genç, güzel, şık giyinmiş bir kız ayağa kalkıp “Hocam, bu sözü günümüze şu şekilde uyarlayabiliriz: ‘Peşin param varsa gider alırım. Yoksa kredi kartına taksit yaparım.’” dedi. Salon kadın erkek kikirdemeleriyle doldu. Hiçbir şey demeden usulca dışarı çıktım. Sessiz bir köşeye çekilip söyleşinin bitmesini, arkadaşlarımın kahveden dönmesini bekledim. Beklerken içime bir bakraç sarkıttım. İçimde göle dönüşmüş bir öfke vardı. Sel olup çağlamasın diye içimdeki öfkeyi sabırla boşaltırken, arkadaşlarımın seslerini işittim. Şen şakrak yanıma yaklaştılar. Dünya, onlar için bir oyun ve eğlenceden ibaretti ve mutluydular. Ben ise sadece düşünüyor, alık alık yüzlerine bakıyordum.

Söyleşi bittikten sonra salonun temizliğini yaptık. Temizlik boyunca ben sessizliğimi, arkadaşlar da gevezeliğini korudu. Eve döndüğümde kızım henüz uyumamıştı. Üç yaşında ve okuduklarımdan bir şey anlamayacağını bilmeme rağmen, benim şu ânıma, çocuğumun geleceğine can verecek, güzel kokular salacak, bizi ihyâ edecek, diriltici bir nefes olacak Nefahâtü’l-Üns’ü ona okumaya başladım.