ÇORAK CUMARTESİ




05.30 Uzun zaman sonra ilk defa evden erken çıkıyorum. Sokaklar bomboş, ıssız, sâkin. Ruhlarımızı değil, bir ceset torbası gibi bedenlerimizi bir yerden başka yere nakleden toplu taşımalar bomboş. İstanbul’da değil de başka evrendeyim sanki. İlk defa canım sıkılmıyor. Hatta hafiften bir huzur doğuyor içime. Uzak yerlere gitmek isteyenlerin türküsünü mırıldanmıyor, aniden, Celâl sır oldu şayiasını arzulamıyorum. Belki de köyümü bu kadar özlememin sebeplerinden biri de bu: dinginlik.

08.00 Minibüste akşamdan kalma bir sarhoş yanıma oturdu. Kafa o biçim kıyak. Diyor ki, kimliğimi kaybettim. En son gittiğim mobilyacıda unutmuşum, hayırsız bir arayıp söylemedi. Tabii altı bin lira istedi koltuklara. Bende altı bin verecek göz var mı? Hayır yani biri kimliğimi alıp bir iş yapsa üstüme kalacak. Sırf ben koltukları almadım diye aramadı.

– Kimliğim kayıp diye ilan verseydin.

– Bilmiyordum ki kaybolduğunu. 15 gün önce cebimdeydi. Bugün baktım yok. Kimliğini kaybettiğinin on beş gün sonra farkına varacak rahatlık. Bizi hiç ziyaret etmez sanırım.

09.00 Eve döndüğümde, “Bir insan kapana kısılmışsa ve seçme şansı yoksa, kapanın içini dekore etmeye girişir.” diyen Steinbeck’in Cennetin Doğusu adlı eseri beni bekliyor masamın üzerinde.

Steinbeck’le ilk Fareler ve İnsanlar kitabı aracılığıyla tanışmıştım. Bu kitabın adını sosyal medyada övgülere gark ettiğim bir dönemde hiç tanımadığım birisi mesaj atmıştı. Acaba gerçek hayatta da, Goerge gibi, daha fazla acı çekmesin diye arkadaşını öldürecek kadar iyi bir dost var mıdır? Bazı sorular insanın ağzına gem vurur, susar kalırsın.

Steinbeck’i okumaya devam ettim. Her eserinde acıyı gördüm. Şimdi elimin altındaki Cennetin Doğusu, 656 sayfa. Okuyabilir miyim, bilmiyorum.

10.00 Gittiğim her kitapçıdan üç beş kitap almadan çıkmazdım. Aldığım üç beş kitabın ikisini üçünü mutlaka okurdum. Yıllarca kitap satın alma, kitap biriktirme hastalığı diye bir şeyi geveleyip durdum. Oysa hakikat hiç de öyle değilmiş. Aldığımız her yeni kitap bir üvendire vazifesi görüp bizi dürtüyormuş. Kitap almayı bıraktığımızda okumayı da bırakıyoruz.

11.00 Cumartesi boşluğu: can sıkıntısından dizilere sarıyorum. Oktay Kaynarca ve Burak Özçivit’ten bir kahraman çıkarma çabası boşuna. Birkaç beden büyük geliyor ve sırıtıyor. Çok kasılıyorlar. Acaba evde kendilerini izlerken, bu kasıntı hallerine bakıp “Biz ne yapıyoruz ulan?” diyorlar mıdır? Alparslan: Büyük Selçuklu’yu seyredeyim dedim. Selçuklu kurulurken, topraklarının üçte ikisini alan adamı, İbrahim Yınal Bey’i kâfirle işbirliği yaparken gösteriyorlar. Sultan Alparslan’a karşı galip gelseydi ve tahta Yınal Bey otursaydı bu dizi şimdi nasıl çekiliyor olurdu acaba?

12.00 Kızlar annelerinin evinde, kadınlar da kocalarının evinde sıkılıyor ve sürekli evden dışarı çıkmak istiyorlar. Binlerce kem gözün üzerinden eksilmediği dışarıda nasıl huzur buluyorlar, merak ediyorum. Ya erkekler! Bekârken fellik fellik gezip evlendiği ilk ay nasıl evcimen olmayı başarabiliyorlar, kendim dâhil aklım almıyor.

13.00 Abdülhak Şinasi Hisar’ın, “Eski zaman adamları” ile Rilke’nin, “Kadınlarda hüzünlü bir güzellik vardı.” deyişleri içime dokunuyor.

14.00 Ülkemizi resmeden atasözlerinden birisi: “Elin köpeği ele ürer, bizim köpek bize ürer.”

16.00 Ârif bir zâta talebesi, ”Efendim, yolla birlikte günde 15 saat çalışıyorum, evrâdımı çekmeye vakit bulamıyorum” diye mazeret beyan eder. Aldığı cevap ise çarpıcı: “Sen virdini çek, Allah Teâlâ sana zamanı bereketlendirecektir.” Bahanelerden bir sıyrılabilsek çoğu müşkül çözülecek.

18.00 25-30 yaş arasını nefs-i mülhimeye benzetiyorum. Nasıl ki mülhimede ilhamla vesvese arasında kalınır ve bazen bunlar karıştırılırsa, bu yaşlar da hamlılıkla olgunluk arasında gidip geliniyor. İşin tuhafı yaptığı çoğu hamlığı, olgunluk zannedip iştahla yapmaya devam ediyor.

20.00 Zweig, Dünün Dünyası adlı eserine “Hiçbir zaman şahsımı, yaşamöykümü başkalarına anlatacak kadar önemsemedim.” diyerek başlıyor. Her metinde kendimden izler taşıdığını düşünerek, acaba kendimi fazla mı önemsiyorum, diye soruyorum. Sonra düşünüyorum. Edebî anlamda kurgu olmayan metin yoktur. En içli aşk mektupları, dostluk mektupları, hatıralar, günlükler dahi yüzde elliye yakını kurgudur. Kimse kendini olduğu gibi okura sunamaz. Kendini yalın bir şekilde çocuklar ve deliler ifade edebilir. Ne çocuk kalabildik ne de tam anlamıyla delirebildik.

22.00 Teklifsiz dostlukları özledim. Gecenin bir yarısı ya da gün ortası “Acaba?” demeden arayabileceğim bir insan yok. Nerdeyse bütün dostluklarım benim hayırsızlığım ya da iletişim kurma beceriksizliğim yüzünden bitti. Birçok insanla da tanışarak dost olma ihtimalimizi yitirdik. Konuşma ihtiyacımı bastıramıyorum. Bahadır Dadak’ı arıyorum. Mesele edebiyata, yazılara geliyor gene. “Senin yazılarında ironi eksik.” diyor Dadak. Bunu daha önce Feyyaz Kandemir de söylemişti. Belki başkaları da. Hatta kendime de defaatle söylediğimi hatırlıyorum ama olmuyor işte. Geçenlerde bir kitapta görmüştüm. “İnsana ironik olmayı öğretmek ona yalnız olmayı öğretmek kadar imkânsızdır.” diyordu. Bu gâvurcuk haklıydı. Bizde de “Sokma akılla bir yere varılmaz.” demişler. Ne hoş söylemişler.

23.00 Ne yapacağını bilememek kötü bir his. Bu hissi bir nebze kendimden uzaklaştırmak için word dosyalarını inceliyorum. Birkaç sene evvel “İnatçı Ruhlar” adlı bir yazımı açıp okuyorum. Sulhi Ceylan beğenmemiş ve yayımlamamıştı. Şimdi okuyunca ben de beğenmedim ama ana konuda hâlâ haklılığını koruyor. Bir insanın ne kadar çabuk helâk olacağını merak ediyorsanız ondaki inada bakın. Eğer kendisine verilen nasihatlere kulak tıkıyor, kendi bildiğinde kuru inatla ayak diriyorsa, özellikle aile fertlerinden büyüklerin sözlerine, ben sizden daha iyi bilirim minvalinde üstten bakıyorsa bilin ki onun helakı yakındır. Haris el-Muhasibî hazretleri, “Bil ki, sana nasihat eden seni seviyor demektir.” buyurmuş. Bu söz de gittikçe zayıflayan hafızamın kıyısında köşesinde kalmış.

24.00 Biraz debelenmek, biraz kan ter içinde kalmak, çokça belinlemek hiç rüyâ görmemek ve bir pazar boşluğuna uyanmak için masadan kalkıyorum.